Hortlak teori: Osmanlı Devleti, Araplar ve Türkler

Hortlak teori: Osmanlı Devleti, Araplar ve Türkler

Kısa bir tatilden sonra yeniden yazı masama döndüm. Bu arada benim takip ettiğim konular bir hayli birikti. Ama en ilginç olanı, yıllardır üzerinde durduğum Araplarda tarih yazımı, yeni söylemler ile bir kere daha gündeme gelmesiydi.

Suudi Arabistan’da bu yıl okutulacak müfredata; Osmanlı Devleti’nin işgalci olduğuna dair iddiaları eklediğini açıklarken; eş zamanlı olarak Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Avn, benzeri iddiaları daha ağır ifadeler ile dile getirdi. Her iki gelişme, sağduyulu Arap kamuoyu tarafından ciddiye alınmadı, hatta ağır eleştirilere de tabi tutuldu. Elbette önemli bir kesim tarafından da alkışlandı.

Suudi Arabistan’ın Osmanlı Devleti'nin Arap coğrafyasındaki varlığı konusunda bütüncül bir iddiası olamaz. Olsa da zaten kabul görmez. Zira hala kendi coğrafyasında tarihi bir bilinç oluşturamadığı gibi, müşterek tarihe inanan vatandaşları da bulunmamaktadır. Batı’da Hicaz bölgesi, Doğu’da Ahsa-Katıf; ayrıca kendilerini Yemen’e ait hisseden Asir ve Necran bölgeleri Vehhabi hareketi ile başlatılan Suud tarihini içselleştirememişlerdir. Bu yüzden eskiden beri Mısır, Suriye ve Lübnan’da kolonyal aklın etkisi ile geliştirilen tarih teorilerine mesafeli durmaktadırlar.

Diğer taraftan Vehhabi-Selefi hareketin çıkmazları ve başlatılan dönüşüm projelerinin Suudi Arabistan’ı asılsız yeni bir tarih arayışına ittiği anlaşılmaktadır. Aslında Suudi Arabistan’da herkesin kabul edebileceği topyekûn bir tarih oluşturmak mümkün değildir. Ancak bugün, Türkiye’de giriştikleri cinayetin ardından meydana gelen toplumsal mahcubiyeti kullanan kimi danışmanlar; bunu Osmanlı tarihi üzerinden psiko-tarih ataklarına dönüştürme gayretine girmişlerdir. Türkiye’ye tarih üzerinden mesaj verip Kaşıkçı cinayeti ve ardından gelen mahcubiyeti unutturacaklarını ve toplumsal meşruiyeti kazanacaklarını sanmaktadırlar.

Ülkesinin başbakanının rehin alınmasına sessiz kalan Mişel Avn Cumhurbaşkanlığı’nın Hristiyanlarda olmasını, Osmanlılara borçlu olduğunu da gayet iyi bilmektedir. Ancak iç hesaplaşmalar ve toplumsal meşruiyet arayışları ona, önüne konulmuş bayat bir teoriyi, daha doğrusu hezeyanı tekrarlatmıştır.

Bu hamur çok su kaldırır. Daha uzun yıllar Osmanlı bakiyesi toplumlar, tarihleri ile yüzleşmeye, orada kendilerini bulmaya; veya oradan husumetler ve dostluklar çıkarmaya devam edeceklerdir. Tıpkı son yüz yılda olduğu gibi, manda dönemlerinde üretilen tarih tezleri de arada bir hortlayacaktır. Osmanlı Devleti'nin sınırları içinde kurulan modern devletlerin, tarih yazımında tartışmalı alanlarının olması kadar tabii bir şey yoktur. Ancak bugün, mesele, tarihin tartışılmasından ziyade, geleceklerini güvende görmeyenlerin tarih üzerinden hesaplaşmasına dönüşmüştür. Suudi Arabistan’da yapılan yeni düzenleme de Lübnan’daki sipariş konuşma da bu sancıların belirtisidir.

Türkler ile Araplar asırlarca aynı tarihi paylaşmışlardır. Ancak tarihlerini yazma konusunda müşterek bir inisiyatif geliştirmemiş, daha doğrusu bu cesareti gösterememişlerdir. Bunda tarafların Osmanlı sonrası yaşadıkları şartlar kadar; halen devam eden oluşum aşamalarının da etkisi büyüktür. Geçmişte bu konuda başlatılmış bazı girişimler olmakla birlikte sürdürülememiş ve bireysel gayretlere terkedilmiştir. Mesela, bugüne kadar Türkiye’den doktora almış olan Suudi Arabistan uyruklu bir-iki dilci ve sadece bir tarihçi bulunurken; Batı üniversitelerinden doktora almış yüzlerce tarihçileri vardır. Lübnan’da durum farklı değil, hatta daha da vahimdir.

Oysa ne kaynaklar ne de Modern Arap devletlerinin fikri öncülüğünü yapmış olan isimler, bugünkü anlayışı desteklememektedir. Osmanlı Devleti’nin İslam ve Arap dünyası için bir nimet olarak zikredenleri bir tarafa bırakırsak; Cezayir’in Fransızlar karşısındaki ilk müdafii ve Fransız ihtilalinin Şark’taki ilk eleştirmeni olan Hamdan Hoca’nın el Mir’at (Ayna) adlı eseri gerçek bir Osmanlı Müdafaanamesidir. Aynı şekilde, Osmanlı Devleti’nin tarihe karışmasına kadar, ayakta kalması için her türlü fedakarlıkta bulunan büyük edebiyatçı ve düşünür Şekip Arslan’ın eserleri ortadadır. Lübnan’ın ünlü Dürzi ailelerinden olan Arslan; Osmanlı sonrası Arap milliyetçiliğinin öncülüğünü yapmış olmakla birlikte; hiç bir eserinde, Lübnan Cumhurbaşkanı’nın hezeyanlarına benzer bir ifade kullanmamıştır. Aynı şekilde büyük eğitimci ve 1919 sonrası laik Arap milliyetçiliğinin duayeni olan Satı el Huseri’nin eserlerinde de bugün üretilen argümanlara kaynaklık edecek ifadeler yoktur. Bu iki isim ve daha niceleri, tıpkı o tarihlerde ve sonrasında İstanbul’da bulunan diğer Osmanlı ve Türk aydınları gibi devletlerine eleştiriler yöneltmişler, tekliflerde bulunmuşlar ama hiç bir zaman kantarın topuzunu kaçırmamışlardır.

Zaman zaman ortaya çıkan ve hem bizi, hem de Arap kamuoyunu rahatsız eden Modern Arap Tarihi yazımı ve söylemi Mısır’da başlatılmıştır. Oysa aynı ülkede, Türkiye’de bile benzeri değerlendirmeler yapılmadan önce, Osmanlı Devleti’nin Araplar ve İslam dünyası için önemini savunan pek çok kıymetli etütler de ortaya konulmuştur. Said Aşur’un, özellikle Selçuklu Türklerinin İslam dünyasını yeniden birleştirme ve diriltme tezleri bir yana; Abdülaziz Şinnavi’nin yazdığı dört ciltlik eserin ismi bile bugünkü söylemlere cevap teşkil etmektedir. Şinnavi’nin Türkçe’ye akrarılmamış olan eseri; Bir İslam Devleti Olarak Osmanlı Devleti ve Ona Yapılan İftiralar adını taşımaktadır.

Görülen o ki; eski Osmanlı topraklarında tarihe ve Osmanlı Devleti'ne yapılan iftiralar devam etmektedir. Bunlar karşısında benzeri ataklar geliştirmek yerine, Osmanlı tarihini dünyaya nasıl anlatılacağına dair projeler yapılmalıdır.

Tabii önce kendi ülkemizden başlayarak. Bunca tarihi hakikatlere veya merhum İzzet Molla’nın tabiri ile “bunca perhizlere rağmen, bu saçmalıkların ortaya çıkması” bizi daha fazla gayrete getirmelidir. Önce kendi orta öğretim müfredatımızdaki tarih fecaatine “dur” denilmelidir.Yoksa, geleceğin Türk siyasileri de, Osmanlı tarihine Muhammed b. Selman ve Mişel Avn gibi bakacaklardır.