Entel Bülten

Entel Bülten

yazısız 1

Sevgili dostlar; 

Bu hafta mesajımız yazısız.   

Yazısız 2

Yazısız 3

Yazısız 4

Yazısız 5

Yazısız 6

Yazısız 7

Yazısız 8

Yazısız 9

Yazısız 10

Yazısız 11

Kitap önerisi: Beyaz uykusuz uzakta

Okusan da okumasan da,yani içi boş olsa da dolu da?

 

Aşk şiirleri. Müthiş bir kitap. Sevgiliye hediye etmek için

 

SEYFETTİN ÜNLÜ

Yazmadan Baskıya

KOLEKSİYONER RUHU MU? PARA KAZANMA AMACI MI?
 

Yıllarca evvel Üsküdar sahilde bir çay bahçesinde kitapsever ve koleksiyoner olmanın ötesinde tekke musikisini en iyi bilen üstadların başında gelen rahmetli Nezih Uzel ile oturup kitaplardan, koleksiyonlardan konuşmuştum. Bugün o sohbetin hatırasını hatırlarken, yazıma konu olan detay da kendiliğinden oluşuverdi. Evet, neden koleksiyon yapıyoruz? Kendi payıma bir takım farklı konulara duyduğum yakın ilginin yansıması olarak, yazma ya da baskı ilgi sahama giren eserleri topluyorum, buna parallel olarak da yine ilgi alanıma giren mevzularda belge, fotoğraf kısaca dilimize efemera adıyla yerleşen nesneleri de ediniyorum. Hepimiz, konu farklılığı dışında böyle yapıyoruz. Burada durup kendi kendime şunu soruyorum: Bu yaptığımız, koleksiyon ruhu mu? Ya da biriktirip toplayıp yatırım yapıp, ilerde para kazanmayı mı amaç ediniyoruz.

İşte koleksiyoner oluşun ciddi manada turnusol kağıdı bu iki ayrımdır. Kanaatimce, koleksiyon para kazanma amacı ile yapılmaz. Koleksiyon ilginizin tezahürü ne yönde gelişiyorsa o doğrultuda ilerlersiniz. Bu da sizi siz yapan, size kimlik kazandıran bir üst kültür değerine dönüşür. Oluşturulan koleksiyonun elbette maddi karşılığı vardır. Fakat, bu maddi karşılık “değerini bulmak” şeklinde düşünüldüğünde böyle bir “değerini bulmak” söz konusu değildir. Bu söz konusu olmayış, değersizleşme değil, tam tersine zaman içinde elbette ciddi manada bir değerin oluştuğu bir hakikattır. Bunu da bir örnek ile somutlaştırayım; yaklaşık 20 yıl evvel, Taksim’de çantacılık yapan bir tanıdığım, Tosya’da tesadüfen eski bir taş evin oluklu kiremitinin altından çıkan bir fermandan bahsetmiş ve bunu satmak için getirmişti. Baktığımda bunun Yavuz Sultan Selim Fermanı oluğunu görmüş idim. O yıllarda piyasası maalesef zayıf olduğundan ancak 2 bin dolara (kendi bütçemi aştığı için), bir tanıdığıma “al bunu da evine as” demiştim. Aradan yıllar geçti, alıp evine asan ahbabım, ihtiyaçtan “bunu satalım” dedi. Tekrar el değiştirdi; fiyat 20 bin dolar olmuş idi. Alan da bir başka koleksiyoner dostum idi. Bir geçmeden çevresinin de üstelemesi ile bu defa yine satış gündeme geldi; “Yavuz Sultan Selim Köprüsü açılışı olacak, bunu alıp açılışta hediye edersiniz” kurgusu ile! Satıldı; Fiyat uçmuş idi; 250 bin dolar. İşte böyle bir yaşanmış hatıra. Şimdi efendim. Bu nesnenin değeri, 2 bin dolar mı? 20 bin dolar mı? 250 bin dolar mı? Elbette ki hiçbiri değil. Çünkü Yavuz Sultan Selim Fermanı çok ünik bir nesne ve bugün Osmanlı arşivinde bile yorgun eksik bir adet örnek var. Bu satılan nesne ise o yıllarda bir dergisinde görseli ile birlikte unutulmamak için bilgisi yer aldı. Bendenizde ise ilk gördüğüm zaman edindiğim dijital kopyası kaldı. Bu hususu biraz daha açıklamak için koleksiyon malzemesi olarak bir kitabı tedarik eden mesela sahaflar ile, müşterisi olan koleksiyoner açısından iki yönlü ele alayım. Sahaf bir mühim eseri temin eder, kazancını elbette düşünerek fiyatlandırır ve ilgilisi çıkınca da satış gerçekleşir. Sahafımız bu sattığı fiyata mesela kısa bir zaman diliminde aynı eseri elde edebilecek midir? Hayır. Peki koleksiyoner aldığı fiyata yine mesela kısa bir zaman diliminde bunu satmak istese aynı fiyata satabilecek midir? Bunun da cevabı; Hayır. İşte yıllar evvel Nezih Baba ile (kendisi biraz melami, biraz bektaşi meşrep olduğundan O’na Nezih Baba der idim) yaptığım sohbetin konusu bu minvalde idi. O sohbette Nezih baba; -“A benim canım efendim, seviyoruz kitapları. Para da neymiş. Alıyoruz işte. Haa ilerde kim kadrü kıymetini bilir o da muamma. Fakat hoş, bunları para kazanalım diye toplamıyoruz ya! Kendi ruhumuzu zengin kılmak için topluyoruz.” diyerek toparlamıştı sohbetini.
Evet, işte böyle, yazmadan baskıya, baskıdan efemeraya topluyoruz, ruh
zenginliğimiz için. Nezih Baba’yı da bir kez daha rahmetle yad ediyor, güzel bir
yazısını da aşağıda okuyabilirsiniz diyorum vesselam.

BİRİNCİ GÖRSEL: Osmanlı Arşivinde yer alan yorgun durumdaki Yavuz Sultan
Selim Fermanı.
İKİNCİ GÖRSEL: Nezih Uzel Baba’dan bir hatıra ve kitap tutkusu konulu yazısı:

 

KİTAPTIR DOSTUMUZ / Nezih Uzel
 

Kitaptır dostumuz, taa ölene kadar. Neler neler icat oldu kitaptan
sonra. Ama hiçbiri kitabın yerini tutamadı. Sinema, video, şimdi de
bilgisayar; hiçbiri kitapla baş edemediler. Hiçbiri kitabı tahtından
indiremediler. Hep yerinde durdu kitap, kitaplar, ciltler…
Okuyucularıyla, üreticileriyle, dağıtıcı, depolayıcı, satıcılarıyla…
Kısacası tüm ilgilenenleriyle. Her zaman her devirde kitap oldu…
Alındı satıldı okundu.
Bazıları kitaplara düşman oldular, güneşe kızan köstebekler gibi.
Yaktılar, yok ettiler, yasakladılar; kitabı ortadan kaldırınca onun
işaret ettiği kötülükler de sanki ortadan kalkacakmış gibi… Keşke
öyle olsaydı! Kötülükleri yazan kitaplar talihsiz ülkelerde siyasal
erkin tutucuları eliyle gizlendikçe kötülükler daha fazla saldırdı
insanlara, yüzlerine karşı haince sırıtarak… Kitabın yazdığına
kızacak yerde, kitaba kızanlar güneş tutulduğunda teneke çalan ilkel
kavimler gibi gülünç oldular. Ama asırlar ne onlara ne de onların
çıraklarına pabuç bıraktı. Deve gibi yürüdü doğruyu yazan
kitaplar… Medeniyetler batırdı, medeniyetler doğurdu kitaplar…
Haksıza işkence, haklıya güvence oldular…
Kitap olmasaydı ne yapardık bilemiyorum… İcat ederdik. Öncekiler
de öyle yapmışlar. Birilerinin başına gelenleri başkalarına
anlatmaya sıra geldiğinde yazıyı ve sonra da kitabı icat etmişler.

Topluluk şeklinde yaşayan insanların birbirlerinden haber
alabilmelerinin tek çaresi kitaptır, okumadır sanıyorum. İnsanın
kendi kendisiyle anlaşması, barışmasının da yolu kitap olmalıdır.
Dosttur kitap insana, her an yanında, her an çevresinde, her an
elinin uzanabildiği yerde, ölene kadar… Yaşıtlarımız kumda çelik
oynarken biz kitapçıların çarşısının yolunu çoktan öğrenmiştik…
Tanrıya şükürler olsun ki işe erken başlamışlardanız… Geçtiğimiz
hafta Beyazıt Sahaflar çarşısının duayeni değerli Arslan
Kaynardağ’ın dükkânına girdim. “Arslan bey bana bir çay ısmarlar
mısınız?” dedim. Aslında arsızlığa hiç lüzum yoktu. Kerem sahibi
Kaynardağ her zaman mükrim ve mültefitti. O yüzden “sebep” der
gibi yüzüme baktı. Üstadı fazla bekletmedim. “Bu yıl size müşteri
oluşumun 43. Yılı.” Arslan beyin gözleri doldu…
Eski yıllarda çarşıda Nizameddin Aktuç vardı. Bir gün dükkânına
girdim. İçerde benden başka bir kişi daha dolaşıyordu. Bir kitabı
gözüme kestirip fiyatını sordum. Nizameddin ağabey, “On lira…”
dedi. Onun sesini duyan dükkândaki üçüncü kişi hışımla döndü. Az
önce aynı kitabı sormuştum bana yüz lira dedin ya!…” dedi.
Nizameddin ağabey hiç istifini bozmadı. “Sana yüz, o çocuğa on
lira…” dedi. İşte o zaman o onar liralara aldığım kitaplardır ki
bana bugün bir meslek, bir yol, bir hayat kazandırdı. Ellili, altmışlı,
yetmişli yıllarda yüzlerce kitap böylece bizim evin yolunu tuttu da
bugün dillere destan bir koleksiyon ortaya çıktı… Bilemem bizden
sonrakiler kıymet bilecek mi?
Bizim Dede merhum, Fatih dersiazamlarından aynı zamanda
Sarıgüzel İmamı Filibeli Hoca derler bir âlim kişiymiş… Pek çok
kitabı varmış. Neye yarar ki o zaman oturdukları Fatih Zülali Çeşme
Sokağı’nda tüm evler ahşap… O yüzden Dede merhum, en nadide
seçme eserlerini bir çuvalın içinde kapı arkasında saklarmış: yangın
olursa acele kaçırsınlar diye… Ve beklenen yangın olmuş… 1906
Çırçır yangınında ne çuval kalmış ne kütüphane… Ateşin mahalleye
yaklaştığı en azgın zamanında ailenin tanımadığı bir adam eve
girmiş de raflar dolusu eserlerin karşısında “Ah bu kitaplar yanacak
mı?” diye çırpınır dururmuş. Bizimkiler yıllarca anlattılardı bu
olayı…
Evet biz o kitapları yaktık… Yangında kazayla yaktık, rejim
kavgalarında siyaseten yaktık… Hep yaktık… Ya morali bozulan
yazarlar yüzünden yazılmayan kitaplar… Onların hesabı da ruz-ı
mahşerde İnşallah… Ama kitap yine bize dost…
[Simurg Kitap Kokusu, Ekim 1999, sayı 1]

İsmet Özel mi dediniz? Hem de nasıl.

 

Marmara'nın Çığlığı

Cam Şişenin Kısa Tarihi

Hakan Kabasakal

Günümüzde şişe üretmek için metalden seramiğe, camdan plastiğe kadar genişleyen zengin bir ham madde yelpazesine sahip olsak da, başlangıçta elimizdeki seçenekler sadece cam ve toprakla sınırlıydı. Üstelik kadim ustaların şişe ve benzeri kapları yaparken kullandıkları bu kısıtlı ham maddelerin saflığı, günümüzde kullanılan arıtma teknolojileriyle saflıkta neredeyse mükemmelliğe ulaşan ham maddelerin yanına bile yaklaşamazdı. Eskilerin üflediği cam şişeler, bazen arzu edilen rengin dışında bir renge bürünebilirdi. Bir şişenin istenilenin dışında bir renge bürünmesi eski işliklerde ter döken, nefes patlatan ustaların yabancısı oldukları bir durum değildi. Yine de kadim ustalar ellerindeki kısıtlı olanaklara rağmen bugün bile göz kamaştıran nadide eserler yaratmayı başardılar unutulmuş işliklerde.

     Camın ilk kez nerede ve ne zaman üretildiğine ilişkin çeşitli görüşler olmakla birlikte, Mezopotamya sınırları içerisinde kalan Mitanni ya da Hurri bölgelerinde M.Ö. 5000’lerde, fayansları kaplamakta kullanılan sır üretiminin bir yan ürünü olarak cam benzeri ilk maddenin üretildiğine işaret eden arkeolojik bulgular var. Mezopotamya’da gün ışığına çıkarılan bulguların yanı sıra, Suriye’de M.Ö. 2500’lere tarihlenen cam nesneler bulunmuş olması Orta Doğu coğrafyasının cam üretiminin beşiği olduğunu akla getiriyor. M.Ö. 1500’lerde kadim Mısır’da cam üretiminin önemli bir zanaat koluna dönüşmüş olmasıysa, camın doğuşunu Orta Doğu’yla özdeşleştiren bir başka kanıt.

      Camın bulunuşunu açıklamaya ilişkin çeşitli efsaneler ya da söylenceler olmakla birlikte, bunlar arasında en ünlüsü hiç şüphesiz birinci yüzyılın ünlü tarihçisi Yaşlı Plini veya Gaius Plinius Secundus’un (M.S. 23-79) Naturalis Historia (Doğa Tarihi) isimli eserinde kaleme aldığı hikâyedir:

     Plini’nin aktardığı söylenceye göre Suriye’de Fenike denilen bir bölgede Karmel Dağı’nın eteklerindeki vadiler arasında Cendebia adında bataklıklarla kaplı bir yer vardır. Buradaki vadilerden akan Belus nehrinin taşıdığı alüvyonlar nehrin kıyılarında çok derin birikintiler oluşturmuştur. Günün birinde güherçile yüklü bir Fenike gemisi bu kıyıya yanaşır. Sahile çıkan tayfalar etrafta taş bulamadıklarından olsa gerek güherçile topaklarından bir ocak yapar ve kazanlarını bu ocağa yerleştirirler. Derken kocaman bir ateş yakılır, alevlerin harareti incecik kumu eritir. Ocağın kenarından sızan şeffaf akıntı sertleştiğinde geride tarihin belki de ilk camı kalır

      Camın yukarıdaki hikâyede anlatıldığı gibi keşfedilmesinin mümkün olup olmadığını araştıran Amerikalı cam üreticisi William L. Monro 1920’lerde bir dizi deney tasarladı. Bunlardan birinde Monro, eşit miktarda cam kumunu bir zamanlar Fenikeli denizcilerin gemilerinde taşıdıkları güherçile ile karıştırır. Karışımın sıcaklığı 1200 santigrat dereceyi geçtiğinde bir miktar camlaşma kaydetmiş olsa da, tarihçi Plini’nin bahsettiği erimiş cam akıntısı meydana gelmez.

     Keşfine ilişkin söylenceleri kaplayan belirsizliklere rağmen cam, günümüzde olduğu gibi geçmişte de çeşitli kapların üretiminde kullanılan önemli bir malzemeydi. Isı yardımıyla akışkanlığını koruduğu sürece cam ustasının maharetine boyun eğen bu itaatkâr malzemeyi üfleyerek şişe haline getirmeyi ise, M.S. 50 yılı civarında Romalı ustalar başardı. Roma İmparatorluğu devrinde cam üfleme sanatı Avrupa’da giderek yayıldı, ancak 1903 yılında Michael J. Owens tarafından ilk tam otomatik şişe üfleme makinesinin icadına kadar, üretim tekniği açısından neredeyse yok denecek kadar az değişikliğe uğradı. Her yeni icatla daha da gelişen cam şişe endüstrisinin güncel ürünlerini geçmişin ürünleriyle kıyasladığımızda, şişelerin kusursuzlaştıkça bireysel kimliklerini yitirdiklerini görürüz. Çok değil 100 yıl önce, renk ve biçim olarak birbirinin tıpatıp aynısı kabarcıksız şişeler üretmek belki imkânsız değildi ama çok zordu. Sabahtan akşama kadar ter döken, şişe üflemekten soluksuz kalan zanaatkârın yorgunluğu, ruh hali, çalışma istekliliği ve benzeri faktörler, üflenen cama kabarcık, eğrilik gibi üretim kusurları olarak yansıyabiliyordu. Sıcak cama kabartma marka basıldıktan sonra şişe ticari bir kimlik de kazanıyor ve ardından yakın veya uzak ülkelere doğru yola çıkıyordu.

 

Entelist sitesini bir tıklayarak neler olduğunu hala merak etmediyseniz

Haftanın objesi:

Ne olduğunu, bilen veya tahmin eden var mıdır?

 

Haftanın Kitap Önerisini merak ediyorsanız lütfen tıklayınız

 

Orta Çağ'da Eğitim

Efendim, bildiğiniz üzere iki hafta evvel okullar açıldı. Kendisinin ya da çocuklarının telaşesini atlatanlar ya ilk Pazartesi ansızın içine düştükleri trafikten ya sosyal medyada söylenenlerden ya da bu yazının yazarı gibi hemen yanı başındaki okulun sabah yedide çalan zilinden ve bahçesindeki çocukların ağlamalarından dolayı bir şekilde telaşenin içine düştüler. Bu yazı, aslen okulların açıldığı ilk haftaya yetişecekti, ancak dediğim gibi yazının yazarı sürekli sabah yedide okul ziline sıçrayarak uyanmaktan pek kendinde değil-bahane üretme hususunda da ayrıca iyidir. Bu hafta, okulların açılmasını fırsat bilerek Orta Çağ’daki okul deneyimini ele alacağız. Okuma, okula başlama ve devam etme sürecinin; öğrenci, öğretmen ve ebeveyn üçgeninde nasıl şekillendiğinden bahsedeceğiz.

Okulların açılması, öğrencilerin ihtiyaçlarını almak için kırtasiyelere, elektronik ürünler satan mağazalara ve hatta bazı reklamlara göre masa ve sandalye için mobilya mağazalarına akın etmelerini gerektiriyor. Danièle Cybulskie’ye göre bu durum Orta Çağ’da da çok farklı değilmiş. Gerekli malzemelerin bugünle hemen hemen aynı olduğunu belirten Cybulskie, bize ilginç gelebilecek beş malzemeyi sıralamış: balmumu tablet, ders kitapları, cüppe, yazı malzemeleri (tüy kalem, mürekkep ve parşömen) ve bunlara ek olarak iyi bir bıçak.

İlk sırada yer alan balmumu tablet, derslerde not almak için kullanılırmış. Parşömen çok pahalı olduğu için bu tür hızlıca alınacak notlar için kullanılması mümkün değildi. Bu tabletleri, yazıp silip tekrar tekrar kullanmak mümkündü. Ders sonrasında ise notlar bir parşömene ya da kitaba aktarılırmış. Bu uygulamanın en ilginç yanı ise tabletler kısa dersler uzun olduğundan not alınabilecek dar bir alan olması. Mecburen öğrenciler dersin büyük bir kısmını akıllarında tutarlarmış.

Ders kitapları, Orta Çağ'da çok daha ulaşılmazdı. Bu yüzden, öğrenciler genellikle kitap almazdı. Öğretmenler ders kitaplarını edinir ve onların üstünden dersleri anlatırdı. Yalnız çok zengin olan öğrenciler prestij için kitapları satın alırlarmış.Orta Çağ’da kıyafetler giyenin işini ve toplumdaki statüsünü belli ederdi. Öğrenciler için bu kıyafet cüppeydi. Yalnız onaylanan renklerdeki cüppeleri giyebiliyorlardı. Kıyafetlerinin çok şık olması yasak olduğu gibi, doğru düzgün giyinmeleri de zorunluluktu.

Pek tabii bıçak listedeki en ilginç ihtiyaç. Orta Çağ’da insanlar yanlarında genellikle bıçak taşıyorlardı. Yemek, saçları ve tırnakları düzeltmek, yontmak gibi ihtiyaçlar için çoğunlukla herkesin yanında bıçak bulunurdu. Cybulskie, öğrencilerin bıçak taşımalarının bu kadar masum olmadığını ileri sürüyor. Belgelere göre, Orta Çağ’da “kasabalılar ve cüppeliler” arasında sıkça kavga çıkarmış. Belki öğrencilerin kilise tarafından ağır cezalara karşı korunmaları belki de öğrencilerdeki evden uzak olmanın sağladığı özgürlükle beraber yükselen taşkınlık nedeniyle kasabalılarla ve birbirleriyle sık sık kavga ederlerdi. Öyle ufak tefek tartışmalardan bahsetmiyoruz. Örneğin, St. Scholastica Günü İsyanı denen bir olay var ki, durumun vahametini anlamak için yeter de artar bile. 1355’te iki Oxford öğrencisi ile meyhaneci ile çıkan kavga o kadar büyümüş ki kavga 63 öğrencinin ölümüyle sonuçlanmış. Oxford’daki kasabalıların bu olaydan önce de çok öğrenci sever olduklarını iddia edemeyiz. Cambridge, Oxford’daki kasabalıların düşmanca tavırlarından kaçan cüppeliler tarafından kurulmuş.

Listedeki son madde ise, yazı malzemeleri. Parşömenin çok pahalı olduğunu söylemiştik. Ama önemli notları geçirmek ve ailelerine mektup yazabilmek için parşömen şarttı. Öğrenciler sık sık ailelerine eğitimlerine devam edebilmek için ihtiyaç duydukları parayı istemek için mektup yollarlardı. Yazının ikinci kısmında bu mektuplardan bahsedeceğiz.

Danièle Cybulskie'nin yazısı için tıklayınız.

Üniversiteye giden öğrencilerin ailelerinden para istemesi yalnız bizim çağımıza özgü bir durum değil. İlk üniversitelerin kurulduğu Orta Çağ’dan beri öğrenciler ailelerinden para istiyor. Hatta İtalyan bir babanın söylediği, “bir öğrencinin ilk şarkısı para talebidir, ve bir daha asla para istemeyen bir mektup olmayacak.” sözünü bugün herhangi bir babadan da duyabilirsiniz. Tabii Orta Çağ’da öğrencilerin para talep etme şekilleri biraz daha farklıymış. Bugün basitçe kısa bir mesajla öğrenciler para isteyebilirken, Orta Çağ’da uzun mektuplar yazıp çalışmalarını allayıp pullamaları gerekirdi. Hemen aşağıda 13. Yüzyılda yazılmış oldukça yaygın bir örneği okuyabilirsiniz:

B’den saygıdeğer efendisi A’ya selamlarla,

Bu mektubu size Oxford’da büyük bir titizlikle çalışmalarıma devam ettiğimi ancak para meselesinin yükselmemin önünde ciddi bir sorun olduğunu-ki bana yolladığınız paranın sonunu harcayalı iki ay oldu- bildirmek için yazıyorum. Şehir çok pahalı ve birçok talebi var: kalacak yer kiralamam, gerekli eşyaları satın almam ve şu an belirtemediğim daha birçok şeyi sağlamam gerekiyor. Bu nedenle, babalığınıza ilahi merhametin telkinleriyle bana yardım etmesi için yalvarırım ki böylece başladığım işi tamamlayabileyim. Çünkü bilmelisiniz ki, Ceres ve Bacchus olmadan Apollo üşür. (Burada öğrenci, ünlü bir söyleyiş olan “Ceres (yiyecek) ve Bacchus (içecek/şarap) olmadan Venüs (aşk/sevgi) üşür”ü dönüştürerek kendi durumuna uygun bir şekilde kullanmış.)

Kaynağımıza ulaşmak ve harika iki mektup daha okumak için tıklayınız.

Peki ya öğretmenler? Okullar başladığı zaman, en az öğrenciler kadar şikayet edenler de öğretmenler oluyor. Sosyal çevremizde ya da medyada sık sık öğrencileriyle övünen ya da öğrencilerinin hareketlerinden şikayetçi olan öğretmenlere denk gelebiliyoruz. Orta Çağ’da da durum çok farklı değilmiş. Liege’li Egbert’in şikayetine bakalım: “Akademik çaba her yerde daha önce hiç olmadığı kadar düşüşte. Cidden, zeka hem yurtiçinde hem de yurt dışında kayboldu. Okumak öğrencilere gözyaşından başka ne sunuyor?” Egbert’in sözleri hiçbirimize yabancı değildir sanırım.  

Dersten kaçmak için hangimiz tuvalete gitmedi ya da çöp kovası etrafında kalem açma bahanesiyle arkadaşlarıyla toplanmadı ki? Görünen o ki, öğretmenler bu bahanelere kibarlıklarından müsamaha gösteriyorlarmış zira öğrenciler bu bahanelerle yüzyıllardır dersten kaytarmaktalar-imiş. Oxford’daki bir öğretmenin şikayeti şöyle: “Sınıfa adımımı atar atmaz, bir tanesi yanıma gelip tuvalete gitmek istediğini söyledi ve gitti. Az sonra bir başkası su içmek için izin istedi. Bir diğeri eve gitmek istedi. Bu ve bu tür bahaneleri öğrencilerim genellikle hazırlıyorlar.”

Sadece öğretmenler değil, kütüphane sorumluları dahi Orta Çağ’da öğrencilerden şikayetçiymişler. Richard de Bury 1345’te yazdıpı Philobiblon kitabında, kitaplara kötü davranan öğrencilerden şikayetçi olmuş. Burnu kitaba akanlardan, elleri pisken dokunup kitabı kirletenlerden, kitap okurken bir yandan yiyip içen “ellerinin cebi olmadığı için de” kırıntılarla kitapları mahveden ve kitapların üzerinde uyuyakalıp sayfalarını kırıştıranlardan uzun uzun bahsediyor.

Tabii öğrencilerin de öğretmenler hakkındaki düşüncelerini öğrenmemiz gerekir ki her iki tarafa da eşitlik olsun. Aşağıda 15. yüzyılda bir öğrencinin yazdığı şiiri okuyabilirsiniz. 

On Monday in the morning when I shall rise,
At six of the clock, it is the gise
To go to school without avise
I have lever to go twenty miles twice!
What availeth it me though I say, nay?

My master looketh as he were mad:
‘Where has thou be, thou sorry lad?’
‘Milked ducks, my mother bade.’
It was no marvel though I were sad!
What availeth it me though I say, nay?

My master peppered my arse with well good speed:
It was worse than finkle [fennel] seed
He would not leave till it did bleed –
Much sorrow have he for his deed!
What availeth it me though I say, nay?

I would my master were an hare,
And all his books hounds were,
And myself a jolly hunter:
To blow my horn I would not spare!
For if he were dead I would not care.
What availeth it me though I say, nay?

Görebileceğiniz üzere, öğretmenler, ebeveynler ve öğrenciler için okul deneyiminde neredeyse hiçbir değişiklik yok. Öğrenciler öğretmenlerden, öğretmenler öğrencilerden şikayet etmeye; öğrenciler türlü taşkınlıklarla hem öğretmenleri hem etraftakileri çileden çıkarmaya devam ediyorlar. Yazıyı iyi dilekle bitirelim: umuyoruz ki okul yılı herkes için keyifli, kavgasız gürültüsüz, istendiğinde hesaba şıp diye düşen paralarla göz açıp kapayana kadar geçer. 

Kaynağımıza ulaşmak ve daha fazla şikayet okumak için tıklayınız-ki Bizanslı bir öğretmenin şahane bir mektubu da var.

 

 

 

Saatleri Ayarlama / Time Regulation Enstitüsü / Institute    

bay / by seçkin çekirdekçi   

Sevgili dostlar,

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, Cezayir'in bir ucundaki dağlık bir bölgede bir kabilede adları Utka, Mimuna ve Ayşa olan üç kız yaşarmış. Gün gelmiş, bu üç kız kısmetlerini aramaya M'Zab kentine gitmişler. Para kazanmaktan daha çok istedikleri bir tek şey varmış: Çölde çay içmek… 

Kızlar kafelerde dans ederek geçinmeye çalışıyormuş ama kentin erkekleri hem çok çirkin, hem de çok cimriymiş. Neticede hep çölde çay içmeyi düşlüyorlar, ama zaman geçtikçe içlerinde bulundukları bataklıktan çıkamayacaklarını ve hayallerinden uzaklaştıklarını anlıyorlarmış. Günlerden birgün şehre uzun boylu ve yakışıklı bir gezgin gelmiş. Utka, Mimuna ve Ayşa'yla konuşmuş, onlara çölden, uzaklardan bahsetmiş, kendi kabilesinin olduğu yerleri uzun uzun anlatmış. Onu dinlerken kızların gözleri iri iri açılmış. Neden sonra, "hadi, dans edin benim için" demiş, dans etmişler. Genç adam üçüyle de sevişmiş, her birine birer gümüş lira vermiş ve o heybetli devesine atlayıp gitmiş. Üç kız bir yandan aşık oldukları gezginin yolunu gözlemiş, bir yandan da çirkin ve cimri erkekler için dans etmeye devam etmişler. 

Günün birinde "hayatımız böyle geçecek" deyip sakladıkları gümüş paraları birleştirip çölde çay içebilmeleri için gerekli şeyleri almışlar: Bir çaydanlık, bir tepsi, üç bardak ve bir vaha kent olan El Golea'ya otobüs biletleri... Son kalan paralarını da güneye giden bir kervandaki develere binebilmek için kervanbaşına vermişler. Bir akşam, güneş batmasına yakın iri kumulları görülmüş, artık uçsuz bucaksız çölde olmalarının heyecanıyla çayı yapacakları yere yakın olduklarına kanaat getirmişler, gece ilerleyip herkes uyuyunca da ellerinde eşyalarıyla kervandan uzaklaşmışlar. Tüm çölü yukarıdan görebilmek için en yüksek kumulu aramışlar, nihayet bir tanesini gözlerine kestirip çıkmışlar. 

Vardıklarında Mimuna "bakın" demiş, "şu ilerideki kumul çok daha yüksek, oradan daha geniş bir alanı görebiliriz". Böylelikle o kumula yürümüşler. Bu kez Ayşa "görüyor musunuz?" demiş, "orada daha da yüksek bir kumul var. Oradan daha büyük bir alanı görebiliriz". Gün doğduğunda hala yürüyorlarmış. Nihayet öğlen olup da sıcak bastırdığında bitap bir halde son kumulun tepesine varmışlar. Önce biraz dinlenip, sonra çayı yapmaya karar vermişler. Tabii uyumadan önce bardakları, çaydanlığı filan hazırlamışlar ve gözlerini kapamışlar. Günler sonra oradan geçen başka bir kervandan birisi tepenin üstünde birşeyler görmüş. Meraklanıp çıktığında artık günlerdir gözlerini açmamış olan Utka, Mimuna ve Ayşa'yı ve içleri kum dolu bardakları bulmuş...

Bu hikayeyi Esirgeyen Gökyüzü'nden (ya da bizde biraz daha bilinen adı olan Çölde Çay) aldım. Bu hafta kendimi pek iyi hissetmiyorum, belki hava değişikliği, belki kendini gündüzün kısalması ve çeşitli indirim smsleri ile belli eden ekinoks, belki de başka şeylerden, sanki olduğu tepede bir türlü mutlu olamayan ama yeni bir tepe de bulamayan biri. 

Deprem, yazıyı bitirmek için geçerli bir mazeret. Sallanıyoruz. Şimdiden geçmiş olsun. 

 

 

 

Reklamlar:

13 Ekim 2019'a kadar Sahaf Festivali'ndeyiz. Taksim Meydanı festival alanındaki 29 numaraya tüm dostlarımızı bekleriz. Aşağıdaki fotoğraflarda kitaplarımızın bir kısmını görebilirsiniz.

 

 

Eğer Buraya kadar okudunuz ise:

Sevgili dostlar yine bir iki küçük notumuz var.

Her zaman hata yapma ihtimalimiz var, bilgi ve usul olarak. Hoşgörünüze sığınmak boynumuzun borcu! Ancak asla politika ve tartışma ortamında bulunmak kat'iyen istemiyoruz. Her türlü uyarı ve takdir mesajı bizi sevindiriyor.

Diğeri de; görsellere tıklarsanız bilginin kaynağına gidersiniz veya www.librakons.com adresine!

Bir ricamız da, eğer sıkıldıysanız, beğenmiyorsanız listemizden çıkabilirsiniz. Lütfen aşağıdaki Unsubscribe düğmesini tıklayın. Ancak bizi spam olarak işaretlemeye, yani aşağılamaya gerek yok. Lütfen unutmayınız ki okumayacaksanız,  siz de bizim için yük durumundasınız; size bu mesajı sağlıklı göndermek için epey  bi para ödüyoruz.

İlgi ve desteğiniz için çok teşekkürler! Yorumlarınızı ekber.and@gmail.com adresine yazabilirsiniz.

 

Librakons
PK 281 Beyoğlu
34431 İstanbul